top of page
Yazarın fotoğrafıMuhammed Salih Demirtaş

Analiz | Ebola Vakası: Kimin Güvenlik Sorunu?

Güncelleme tarihi: 10 Haz 2022


2014-2016 yılları arasında dünya gündeminde ciddi bir şekilde yer edinen Ebola virüsü tehdidi artık önemini yitirmiş gözükmektedir. Özellikle 2015 yılından bu yana Batı medyasında somut bir ilgi görmemesi vakayla ilgili geliştirilen güvenlik söyleminin Batı merkezli bakış açısının bir sonucu olduğunu iddia edebiliriz. Ebola salgını ile ilgili literatür okuması yapıldığında karşımıza vakayla ilgili üç temel durum beliriyor:

1. Durumun somut gerçekliği: Afrika’da 2013 yılında başlayan salgında yaklaşık 29 bin kadar kişiye virüs bulaştı ve bu vakaların 11 binden fazlası ölümle sonuçlandı.

2. Biyoterör bağlamında değerlendirilmesi ki bu konuyla ilgili yazılıp çizilen ciddi argümanlar ve iddialar bulunmaktadır.

3.Dünya Sağlık Örgütü ve BM’nin ebola salgını vakasını ele alış biçiminde oluşturduğu Batı merkezli güvenlik söyleminin arka planında sömürgeci zihniyetten kalan mirasın hala satır aralarına sızarak kendini ele vermesidir.

Bu yazıda ağırlıklı olarak üçüncü madde üzerinde durulacaktır.

1.Vaka Olarak Ebola

Durumun somut gerçekliğini ele alacak olursak, ebola virüsü ilk olarak 1976 yılında keşfedildi. Kanamalı ateşe sebebiyet veren ölümcül bir virüs grubunda olan ebolaya dair ilk teşhis Kongo’daki bir vaka sonucu verilmişti. Bu teşhisin patenti Jonathan S. Towner, Stuart T. Nichol, James A. Comer, Thomas G. Ksiazek ve Pierre E. Rollin adlı kişilere ait olsa da bu listede adı geçmeyen Kongolu Dr. Jean-Jacques Muyembe, ebola virüsünü ilk fark eden ve teşhisini ortaya koyan kişidir. Muyembe, 6 Kasım 2019 tarihinde verdiği bir röportajda ilk teşhisi nasıl ortaya koyduğunu ve bu sürece dair gözlemlerini anlatmaktadır. Belçika’da kalabilecekken ülkesine hizmet etmek için geri dönmüş ve “halkının sağlığı” için kendisini sorumlu hissetmiş Kongo’nun önemli isimlerinden biridir. Kongo’daki laboratuvar şartları müsait olmadığı için teşhisini koyduğu virüsün örneğinin incelenmesi için ABD’ye göndermiştir. Çünkü Kongo’daki şartlar buna müsait değildi. ABD’deki bilim adamları Kongo’da hastalığın ilk görüldüğü kasabanın yakınındaki Ebola nehrinden yola çıkarak virüse ebola ismini koymuşlardır. Muyembe bunu “müşterek bir araştırma” olarak tanımlasa da “beyaz adam” patentte onun adını asla kullanmadı.

1976 yılında 318 ebola vakası görülmüştü ve bunların 280’i ölümle sonuçlandı. Salgın 11 haftadan az sürdü. 1976 yılından sonra ebola salgını ilk olarak 2013 yılında Gine’de ortaya çıktı. Daha sonra Liberya ve Sierra Leone’de hızlıca yayıldı. Salgının en yoğun olduğu bu 3 ülke dışında özellikle 2014-2016 yılları arasında etkilenen diğer bölgeler Nijerya(20), Mali(8) ve Senegal(1) olmuştur. Aynı şekilde İtalya(1), İngiltere(1), İspanya(1) ve ABD(4) ebola virüsü vakalarının görüldüğü diğer bölgelerdir. Sierra Leone, Gine ve Liberya’da 11 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Salgının kıtada sebep olduğu sosyal ve ekonomik etkiler ise gerçekten çok acıdır: 16 binden fazla bebek yetim ve öksüz kaldı, 3.6 milyon insanın hayatı risk altına girdi ve gıda güvenliği sıkıntısı yaşandı. Ebola virüsü, yoğun bir şekilde görüldüğü ülkelerin ekonomisinde toplam 3.6 milyar dolarlık bir zarara sebep oldu.

Salgının 2016 yılında önemli bir ölçüde kontrol altına alındığı iddia edilse de Demokratik Kongo Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre ülkede 2019 yılı 26 Aralık ayı itibariyle 3366 ebola vakası görüldü ve bu kişilerin 2227’si hayatını kaybetti. Ayrıca Uganda ve Tanzanya’da da ebola vakaları görülmektedir. “Neden bu durum bugün artık Batı medyasının gündeminde değil ve haber değeri taşımıyor?” sorusu ise gerçekten irdelenmesi gereken bir durumdur. Kanaatimce bu sorunun cevabı “Batı’nın yüzyıllar boyunca “ötekine” karşı besleyerek pekiştirdiği önyargılarından kaynaklanmaktadır.” önermesinin altında yatmaktadır. Bu sorunun cevabını ise vakanın Uluslararası Kuruluşlarda ve BM’nin gündeminde ele alınırken “sağlık güvenliği” söyleminin Batı-merkezli bir şekilde satır aralarına sızmasını irdeleyerek bulmaya çalışacağız.

2.Ebola Salgını ve Güvenlik Söylemi

18 Eylül 2014'te BM Güvenlik Konseyi, Ebola salgınını Uluslararası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak tanımladı ve bu karar BM’de oybirliğiyle kabul edildi. Burada meselenin güvenlik olarak algılanması alt metinde ciddi sorular oluşturmaktadır:

1-Güvenlikle ilgili söylemin kullanılması ne anlama gelir?

2-Bu salgın güvenlik tehdidi olarak çerçevelendiğinde ne olur?

3- İnsani söylem ile güvenlikli söylem arasındaki fark nedir?

Güvenlik söylemini uluslararası ortamda “rıza” yoluyla kabul ettirme, eylem/aksiyonu beraberinde getirmektedir. Eğer bir aktör uluslararası ortamda bir durumun “güvenlik” meselesi olarak kabul edilmesini sağlar ve uluslararası kurumları bu konuda aktif edecek şekilde kurgularsa, Gramsci’nin tabiriyle politik “rıza” oluşturursa kendi çıkarlarını önceleyecek şekilde hareket edecektir. Bu durumu kısa bir şekilde örneklendirecek olursak; 11 Eylül saldırıları komplo teorilerini dışarıda tutacak bir şekilde ele alarak, nitekim aynı komplo teorileri ebola virüsü üzerinden de tartışılmaktadır.- ABD’nin uluslararası toplumu “ikna edecek” bir güvenlik dili oluşturarak Afganistan ve Irak işgalini, uluslararası toplumda sınırlarını kendi belirlediği söylem çerçevesinde meşrulaştırmıştır. Ebola meselesini ele alacak olursak, virüsün ABD’deki laboratuvarlarda oluşturulan veya geliştirilen biyolojik bir silah olduğuna dair komplo teorilerini bir kenara koyarak konuştuğumuzda Uluslararası sağlık rejiminin sunduğu güvenlik söyleminin öncelikle merkezinde insani bir söylem bulunduran küresel bir sorundan ziyade güvenlik şeklinde ele alınması, beraberinde kimin güvenliği sorusunu getirmektedir.

Bugün Afrika Hükümetleri tarafından salgın ve ölümcül olan diğer hastalık türleri kontrol altına alınsa da yeni salgın vakaları görülmeye devam ediyor. Fakat Afrika ülkeleri bunu uluslararası ortamda bir güvenlik söylemi olarak sunma gücüne sahip olmadığı için ancak belli aktörlerin dikkat çekmesiyle insanların hayatları gündeme geliyor.

Ebola vakasının Batı Afrika’da ortaya çıkışından 5 ay sonra virüs hızlıca yayılma potansiyeline sahip olduğu görüldüğünde Uluslararası toplumun gündemine düşmeye başladı ve güvenlik söylemi dile getirildi. Bu güvenlik söylemi müdahale hakkı doğurdu. Afrikalı yazarlarının konuyla ilgili görüşlerine baktığınızda bu açıdan Batı’nın ikiyüzlülüğünden şikayet ediyorlar. Tabi bu durum yapılan insani yardımların eleştirilmesi ile ilgili değil. Sorunun ele alış biçiminde Kuzey-Güney dikotomisinin, Ben-Öteki ayrımının insani olandan ziyade devletlerin özellikle bu bağlamda Batılı devletlerin güvenliğini öncelemesi ikiyüzlülük suçlamalarını haklı çıkarmaktadır.

Benzer durum 1893’te Avrupa’da gerçekleştirilen Uluslararası Sağlık Konferansı’ndaki kararlarda da gözükmektedir. Avrupalı güçler bu konferansta kolera, sarıhumma ve veba salgınlarını ele alırlar ve uluslararası ticaret için bir engel teşkil ettiğini dile getirirler. Açıklama metininde ticari faaliyetleri ve yolcu trafiğini gereksiz yere engellemeden halk sağlığını salgınlardan korumak için ortak önlemler almaya karar verdiklerini ifade ediyorlar. “Dışarıdan” gelen “Asyatik salgınların” Avrupa’da yayılma “olasılığına” karşı teyakkuz halinde olunacağına dair bir antlaşma yapılıyor. Antlaşmanın en önemli kısmı ise Avrupa ticaretinin bu salgınlardan olumsuz bir şekilde etkilenmemesidir. Diğer yandan sömürgeci bakış açısının Batı merkezli kurguladığı dilde temiz-kirli, sağlıklı-hastalıklı gibi kavramların ırkçı bir nitelik kazanması epistemolojik şiddetin ne kadar acımasız olduğunu göstermektedir. 1890’larda bir sabun şirketinin reklam afişinin altında şu cümleler yazmaktadır: “Bir toplumu aydınlatmanın ilk adımı, Beyaz adamın yükü temizlik erdemlerini öğretmektedir.” Burada temizlik ve kir, sağlıklı ve hastalıklı olmak gibi ırkçı bir hüviyet kazanmıştır. Bu durum büyük bir psikolojik şiddettir ve bugün hala Batı’nın ebola vakasına yaklaşırken “ben merkezli” arka plandan kurtulamadığını, tüm insanlığın refahına yönelik bir argüman sunmaktansa hala uluslararası antlaşmaların ve kararların satır aralarında sömürgeci dönemden kalma alışkanlıkların, kendi güvenliğini önceleyen ve “ötekini” problemli gören zihniyeti devam etmektedir.

Sonuç olarak bu tantanalı güvenlik söylemlerinin sonucunda Afrika’nın bahtına(!) düşen ise salgının gerçek kurbanı olması, salgına karşı mücadele için bazı kurumlar tarafından verilen sözlerin yerine getirilmemesive uluslararası ortamda oluşturulan güvenlik söyleminin öznesi olmaktan çok ana politik güce “rıza” göstermek zorunda kalan bağımlı bir aktör rolü biçilmeye çalışılmasıdır.

留言


bottom of page