Giriş
Cezayir, Akdeniz ikliminin Afrika coğrafyasına açılan kapısı olarak stratejik bir konumdadır. Afrika kıtasının kendine özgü renkli iklimine ve coğrafyasına geçişte her yönüyle bir giriş kapısı olmuştur. Cezayir, Sudan’dan sonra çok az bir farkla ikinci büyük Afrika ülkesidir. [1] Milattan önce 1000 yıllarında Fenikeli tüccarların Cezayir’e yerleşmesi ile başlatılan Cezayir tarihi, Kartaca şehrinin kurulması, Romalıların bölgeyi ele geçirmesi (MÖ.146) ve daha sonra Bizans’ın hüküm sürmesiyle devam eder. VII. yüzyılın ortalarında da Müslüman Arapların gelmesiyle Müslüman devletler tarihindeki yerini alır.
Osmanlı döneminde ise genellikle Garp Ocakları olarak bilinen bağımsız bir yönetime sahip olan Cezayir, 1800’lü yıllarda Osmanlı yönetiminin içinde bulunduğu sıkıntılar ve savaşlar yüzünden 1830 yılında Fransızlar tarafından işgal edildi. Ancak işgaline rağmen, kabileleri etrafında toplayan Emir Abdülkadir’in başlattığı mücadele sebebiyle Fransa’nın işgali ilerleyemedi, özellikle 1840 yılına kadar daha çok kıyı kesimlerle sınırlı kaldı. Emir Abdülkadir’in ve Kostantine Emiri Ahmed Bey’in Fransızlara karşı verdirdikleri büyük kayıplardan sonra, 1837’de Tafna anlaşması imzalandı. Fakat anlaşmaya rağmen, saldırılara devam eden Fransız askerlerine karşı mukavemet de devam etti. Fransızların pek çok köyü yok etmesi ve binlerce kişiyi öldürerek devam ettikleri işgal hareketinin soonunda Cezayir’in işgali büyük ölçüde tamamlandı. Ancak zaman zaman zaviye şeyhlerinin liderliğinde ayaklanmalar devam etti.
Fransa’nın işgali sonrasında kendilerinden büyük ölçüde kayba sebep olan Cezayirlilerin mukavemetini kırmak için askeri, siyasi, dini, kültürel, ekonomik her yolu denediler. Çünkü bu mukavemetin kırılması, Fransa’nın kurmak istediği ekonomik, politik ve sosyal sömürü sisteminin en iyi şekilde işlemesi için gerekliydi. 1842’de ilhak edilen ve beyaz yerleşimcilerin iskanına açılan Cezayir’de yerli müslüman halkın hiçbir statüsü yoktu. Bu sadece sosyal sömürünün başlangıcıydı. 1884’de getirilen gümrük birliği ile Cezayir pazarında tekel güvencesi sağlanan Fransız endüstrisi ile de ekonomik sömürgede gelişerek devam edecekti.[2]
Bu makalede Patricia M. E. Lorcin’in “Imperial Identities: Stereotyping, Prejudice, and Race in Colonial Algeria” isimli çalışması ekseninde, Fransızların Cezayir’i işgal etmelerinin ardından Cezayir toplumunu anlamak ve Cezayir’de kurdukları sömürü sisteminin fonksiyonlarını verimli bir şekilde işletmek adına uyguladıkları çalışmalar ele alınacaktır.[3]
1789’dan Sonra Fransa
1789-1799 Fransız devrimi Fransız toplumunun ideolojik, sosyal ve politik temellerini sorgulamaya dair bir çağrı oldu. Devrimden sonra bu temeller yeniden tanımlanma sürecine girdiler. Din ve din adamlarının etkisi, liyâkâta dayalı olmayan devlet anlayışı ve feodal güç odakları kredisini tamamladı ve sürgün edildi. Sekülerizmin, demokrasinin ve eşitlikçi toplum anlayışının eksikliği devam ederken, Fransa’daki filozoflar ideal olanı tasarlanmaya odaklandılar, eski rejimin din odaklı yaklaşımını ve gücünü baskıladılar. Fransız ideolojisinin hâkim olduğu Cezayir’de de, Fransız ideolojisinin üstünlüğü yerlilere yönelik olumsuz kıyaslamayla korundu.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde Cumhuriyetçi yayılmacılık ve yeni felsefi akımlar Fransa’nın başlıca eğitim enstitülerinde yerini aldı. Politeknik ekol olarak Fransa’nın ilk yükseköğretim bilimsel enstitüleri kuruldu. Bonapart okulu askerileştirerek, okul ve militarizm ilişkisini birlikte enstitüleştirdi. Bu süreç Saint-Simon, Enfantin ve Fourier gibi filozoflar tarafından uygulandı. Bu okullardan mezun olanlar, kaynağını devrimden aldıkları fikirlerle Cezayir’de de bulundular. Fransızlar Cezayir’e vardıklarında Araplar ve İslam hakkında mevcut önyargılara ve Berberiler hakkında da kesin olmayan bilgilere sahipti. Ancak işgal sonrası Fransızlar gerçek tecrübeler ışığında yeni bir değerlendirme yapmak zorunda kaldılar. İlk elden temasla birlikte, basmakalıp yargılarından çok daha farklı değerlerle karşılaştılar.
Toplumda kutuplaşma yaratmak için farklı değerleri manipüle etmek pozitif ve negatif kategoriler oluşturmada ilk adımdır. Koloni toplumu bu dayanak noktasından yola çıkarak öncelikle ırk temelli bir kategorileştirme ortaya attı. Potansiyel patlatıcı işlevini gören ve çatışma eğilimini ortaya çıkaran etnik farklılıklar, pozitif ve negatif kutuplar olarak değerlendirildi.
Fransızların Cezayir Toplumunu Anlama Çabası
Fransa’nın kendi toplum yapısında olduğu gibi toplumsal kategoriler ve sınıflar, Cezayir’i işgal ettiğinde de sosyal tanımın bir parçası oldu. Bir toplum tanımı oluşturmak için, işgal edilen bölgede içsel bir süreçle toplum yapısının tanınmasından sonra, mitsel bir sınıflandırma planı ortaya konmuş, zihinsel ve bilimsel geliştirilmelerle bu mit sürdürülmek istenmiştir. Bu kategorileştirme ve sınıflandırma sembolize etme dürtüsünden doğar, kişisel ve toplumsal inançlarının sembolize edilmesiyle belirginleşir, sonrasında kolaylıkla tanınabilir ve belirgin bir kimlik formüle eder. Fransa’nın kolonyalist emelleri için formüle edilen “kabile miti” nin ortaya çıkışı bu şekildedir. Cezayir toplumunda üstün/aşağı olarak nüfusu değerlendirilerek, ikili dikey karşıtlık oluşturulmuş, böylece nüfusun bir bölümü karalanırken, koloniye katkıda bulunmaya elverişli bölümü merkezileştirilmiştir. Yaratılan ikili toplum yapısında hükmedilen toplumun altında yatan inanç ve değerler reddedilir. Böylelikle sömürülen toplum sosyal ve politik olarak iktidarsız kılınır. Koloni güçlerinin diyalog halinde olduğu pozitif/merkezileştirilmiş taraf hem egemen gücün arzularını yansıtan değerlerle yüklenir, hem de onun kendi kültür ve metaforlarıyla doldurulur. Kabile miti ve etnik sınıflandırma da pozitif olarak marjinalleştirilecek grubun koloni güçleriyle olan diyaloğunun bir parçasıydı. Ayrıca bu diyaloğun parçaları zorlamaya başvurmadan gerektiğinde değişiklik yaparak sürekli egemenlik ve kontrol sağlama araçları olarak kullanılır.
Koloni metaforları, mitler ve kategoriler göz önüne alındığında Cezayir, sosyal kategori oluşturma sürecinde Avrupa değer ve inançlarına teşvik edilmek için seçilmiş bir alt kategori grubudur. Pozitif Kabile ve negatif Arap arasında karşıtlık klişeleştirmesi, iki zıttın bir arada bulunmasında var olan içgüdüsel bir tepki olarak büyüdü. Halbuki tümüyle tutarlı bir negatiflik veya pozitiflik durumu gibi bir düşünce ve konuşlanma mümkün değildir. Elde edilen verilerin çeşitliliği de bu tip basmakalıp ve basitleştirilmiş ayrımı sürekli olarak yıkar. Bu da bu tarz bir sosyal ikiliği sahte ve başlı başına efsane kılar. Yine de, toplumlardaki bu ikili karşıtlık ve maniheist yaklaşımlar insan aklında kalıcılık sağlar. Fransız devrimi rüzgârıyla yayılan ırk sorunu merkezî bir hale geldiği zaman, ırksal kavramsallaştırma doğal olarak ikilik yaratmıştır. Kabileler ve Araplar arasında 19. yüzyıl ideolojisinin ana akımıyla birlikte semitik/aryan veya beyaz/siyah olarak dikotomi ortaya çıkmıştır.
Din
Fransızlara göre, Cezayir toplumunda en belirgin ve potansiyel tehlike olarak görülen faktör dindi. Ülkenin coğrafi yapısının getirdiği özellik sonucu farklı bölgelerde, parça parça topluluk halinde yaşayan ve aynı zamanda merkezileşmenin olmadığı bir toplum olan Cezayirliler için din bağlayıcı güçtü. Yerli halk; Cezayir, Konstantin gibi şehirlerde toplanmış, kabilelerse; kırsal bölgelerde kümelenmişti. Ulaşım, iletişim ve etkileşim ağlarının azlığı kabileler arası gerilime yol açan bir tür otonom sistemi oluşturmuştu. Ne Fransız yasal sistemi ve yetkili bir yöneticiyi temsil eden politik merkeziyetçi yönetim, ne de Fransız toplum hiyerarşisini benzeyen toplumsal merkeziyetçilik yoktu. Nüfus arasında sosyal ve politik etkileşim çok azdı. Bu da, Avrupa toplumunun karakteristik çizgilerini taşıyan bir sistemin ortaya çıkmasını önlüyordu. İslam tek tehditti. Cezayir toplumunun büyük çoğunluğu dindardı. Bu dindarlık aşırı bir dindarlık olmamakla birlikte din hayatın her köşesine hâkimdi; sosyal, kişisel, politik, yasal… İslam kanunları dini etik kodlar sayesinde özel hayatı ve toplum hayatını düzenliyordu.
Fransa’da dinin oynadığı ayrılıkçı ve ihtilaflı rolün aksine İslam, toplumu birleştiriciydi. 89-99 devriminden sonra Fransa’da, toplumdaki dini ihtilafa yol açan ve hiyerarşinin başı olan ilahi fikirlerle donatılmış kral fikri son buldu. Ruhbanlık ve kilise karşıtlığı ortaya çıktı ve seküler devlet anlayışı belirdi. Millileştirilmiş kilise toprakları kilisenin ekonomik gücünü de eritti. 19. yüzyılda Katoliklik zayıflarken ve ruhbanlık karşıtlığı oluşurken, sekülerizm güçlendi. Kilise karşıtları, inançsızlar ve çok sayıda cumhuriyetçi, akılcı olmayan dogmaya karşı din tanımı yaptılar, kiliseye ve bilimsel olmayan tutuma karşı aralarına bir bariyer koydular. İslam’a bağlı olan Cezayir’deki Arap toplumu devrime ve devrimin getirdiği pozitivizme karşı olumsuz tavırdaydılar. Fransızlar onların dirençlerinin kırılmasını ve baskılanmasını aşılmaz bir görev gibi görüyorlardı. Diğer taraftan kabileler daha umut verici görünüyordu. Onların din dışı örf ve adetleri vardı. Hatta Fransızlar onların eskiden Hristiyan olduğunu iddia etti. Aslında kabileler kent dışında olduklarından, on yıldan fazla bir süre Fransız yetkisinin dışında kaldılar. Bu da onlarla temas halinde bulunmayan Fransız kolonicilerin onları kötü bir Müslüman olarak kurgulanmalarına sebep oldu. Onların sekülerleşme ve Fransız çizgisine gelmeye teşvik edilme potansiyelleri vardı.
Mülkiyet
Fransız işgalcilerin ilgilenmeleri gereken bir diğer faktör mülkiyettir. Cezayir toplumunda mülkiyetin tanımı da İslam’a göre olduğundan bu da dinin gücünü zayıflatılması gerektiğini vurguluyordu. Müslümanlar arasında egemenlik insanın herhangi bir bağımsız hareketinden ziyade Allah’ın iradesine bağlıdır. Kabileler özel mülke hâkimdiler. Araplar arasında mülkiyet, bölünmez ve büyük ölçüde geniş toplulukların (kabile olarak) elindeydi. Bu sebeple topluluk tarafından sahip olunan mülkiyet, kişisel statüyü tanımlamayı kastetmiyor, daha çok geçim kaynağı (maişet) şeklini anlatıyordu. Kolektifliğin doğası gereği toprağın bireye prestij kazandırma olasılığı yoktu ve toprak mülkiyetinin siyasi hayata dahil olmasına engeldi. Bireycilik, bireysel gelişim, özel mülkiyet kolektif yapıya sıkı sıkı bağlı topluma yabancıydı. Fransa’daysa devrimden sonra sadece bireysel mülkiyet hayatta kaldı. Fransız ekonomisi gelişim sürecine girdi. Üretim kapitalist şekle geçiş yaptı. Ekonomik canlanma üretim ve modern konsepteydi. Arap kabilelerin göçebe yaşam tarzları üretim kapasitesini sınırlandırmıştı. Fazla ürüne taşınabilirlik sınırı getirerek kendilerine yetecek kadar kazanç elde edecek üretimi yapıyorlardı. Bu da Arapların sadece savaşçı olduğu fikrini teşvik ediyordu. Diğer yandan kabileler yerleşik yaşam tarzlarıyla üretim ve saklama imkânına daha çok sahiptiler. Bu da onları bir parça Fransız köylüsüyle eşit konuma getiriyor ve onların Araplardan daha çalışkan olduğu fikrini besliyordu. Üstelik kabilelerle işgalden önce ticari ilişki halindeydiler. Bu da kabilelerin “üretken vatandaş” imajına katkıda bulunmuştu.
Toplumsal Yönetim
Fransa’nın romantize ettiği bir diğer yorum, kabilenin yönetim şeklini belirten “cemaat” yapısının ilkel demokratik toplum olarak görülmesiydi. Buna karşılık, Araplar ile kabileler arasında ayrım yapılarak, Araplar karanlık çağlarla uyumlu feodal olarak etiketlenmiş, kabile toplumu ise Fransız toplumuyla ilişkilendirilerek pozitif olarak nitelenmiştir.
Irk Kimlikleri
Fransız ve Cezayir toplumlarını ayıran bir diğer değer farkı, kolektif bilinçtir. Devrimden sonra milliyetçilik fikirleri Fransız tanımlı bir ulus fikri ortaya koydu. Cezayirliler ise kabileler topluluğuydu. Ulusa bağlılık iç çatışmaları önlemeye hizmet etti. Ulus kavramı deistler tarafından Tanrı’nın yerine kondu ve toplumun bağı olarak görüldü. Cumhuriyetçi milliyetçilik ve Napolyoncu emperyalizm koloni döneminde medeniyet misyonunun temellerini oluşturdu. “Ulus” birlik ile eş tutuldu ve ulus oluşumu ileri bir uygarlığın işareti olarak görüldü. Cezayir’de Fransızların düşündüğü gibi bir ulus kavramının olmaması o toplumun geri kalmışlığının bir göstergesi olarak yorumlanmıştır. Cezayir’de kişiye özel bağlılık kabilelereydi ve daha geniş bağlamda diniydi. Bu tür bağlılıklar Fransız değerlerine karşı çıkan bir potansiyeli temsil ediyordu. Yüzyıllar süren Osmanlı devletinin hâkimiyeti siyasi sınırları bulanıklaştırmıştı. Onlara ulus fikri aşılanabilirdi. Dilleri, kültürleri ve dini uygulamaları hakkındaki değerlendirmeler, Fransız topluluk kavramı için kimlik oluşturulmasında üç gerekli faktör olmuştur.
Toplumsal Roller
Fransızlarla Cezayirliler arasındaki değer farklarından biri de, aile ve kadındı. Kentsel ve kırsal Arapların çok eşlilik uygulaması Fransızlar tarafından ahlaksızlık tezahürü olarak yorumlanmıştı. Fransa’da yasal aile birimi tek eşliydi. Kabileler de bu yönden kendilerine benziyordu. Nadiren çok eşlilik vardı. Bu da kabilelerin Araplara göre üstünlük işareti olarak görüldü. Kabile kadınlarının Fransız kadınlarına göre eksik yanları vardı ancak yine de tek eşli olmaları Fransız köylü kadına benzer bir demografik algı oluşturarak Arapların önüne geçti.
“Kabile Miti” için Yapılan Bilimsel Çalışmalar
Bu bilimsel çalışmalarda bugün tanıdığımız sosyolog ve antropologların önemi büyüktür. Fransız sosyalizminin kurucusu Saint-Simon “kabile miti” nin gelişimine entelektüel hazırlığı sağlamış isimlerdendir. Onu takip eden Dr. Auguste Hubert Warnier, Berberice konuşan Berberiler, Arapça konuşan Berberiler, homojen Araplar ve az sayıdaki diğer etnik gruplar olarak sınıflandırma ve dil çalışmaları yapmıştır. Adolphe Hanoteau “Kabileler ve Kabile gelenekleri” çalışmasıyla etnik farklılıkları belirginleştirecek çalışmalar yapmaya devam etmiştir. Bunların hepsi politeknik ekolden (asker-bilim adamı) yetişmiş kişilerdi ve açtıkları yolda devam edenler oldu. Emile Mosqueray, Amedee Coix de Saint –Ayymour, Nicolas Auguste Pomel gibi entelektüeller asimilasyon, etnik ayrılık üzerine çalışmalarını sürdürdüler.
Kabile Miti’ni Parlatma Çabaları
Fransa’nın amacı, işgali en verimli şekline sokmaktı. Kurulan politeknik eğitim araçlarıyla asker- bilim adamı normu oluşmuş, sömürge subaylarından çıkan çalışmalar ülkeyi entelektüel olarak açmaya ve onu sosyal, politik ve ekonomik olarak kontrol etmenin en iyi yolunu bulmaya yönelikti. Bu süreçte kabile mitini Fransa’daki ırksal diyaloğun içine çekmeye yönelik Arap ve Berberilerin kafataslarının boyutları, fizyonomileri ve anatomileri ile ilgili biyolojik, fiziksel çalışmalar yapıldı. Sonuç vermeyen çok sayıda belgeler ve istatistiki bilgi biriktirildi. Irkın etkileri üzerine tartışmalar çoğaldıkça bu tartışmalar daha geniş bir coğrafyaya yayıldı ve ırkın insanlık durumunu tanımlamada birincil faktör olduğu inancını besledi. Bu araştırmalar Kabilelerden ve Araplardan Avrupalı koloni yerleşimcilerine de kayarak Cezayir’in potasından çıkan bir “Akdeniz ırkı” kavramı gelişmesini sağladı. Kabile ve Arap arasındaki olumlu/olumsuz imgelerin yerini, Avrupalılara karşı daha yerli olan daha yoksul izlenimi aldı. Önceki Akdeniz ırkı Roma’yı ve antik Hristiyan kilisesinin ardı sıra giderken, İslâm’ı göz ardı etti, baskıladı ve Fransız kültürünü ve mirasını kucaklamaya hazır olmayan yerli halkın bütün üyelerini dışladı.
Sonuç
Lorcin’ın, Fransa ve Cezayir’e dair karşılaştırmaları ve Fransa’nın işgal sürecinde hem kendi içinde hem de işgal ettiği topraklara yönelik politikaları belirlemek amacıyla yaptığı çalışmaları incelemesi, sömürge yönetiminde izlenilen politik, sosyal, bilimsel ve kültürel araçları anlamamız bakımından önemlidir. Çünkü bu araçlar günümüzde politik ve sosyal arenada hala etkili olmaktadır. Lorcin, Fransa’nın çalışmalarını ve faaliyetlerini inceleyerek, bu bilimsel çalışmalardan elde edemediği kesin sonuçları “mit (efsane)” olarak adlandırmıştır. Bugün antropoloji, etnoloji, arkeoloji gibi sosyal bilimlerin temelleri sömürülen toplumda ikilik çıkarmak, zayıflatmak ve direncini kırmak amacıyla ortaya çıkmış ve gelişmiş, -Lorcin’in değerlendirmesiyle- her ne kadar bu çalışmalar sonuçsuz bir efsane olarak kalmışsa da, toplumun daha sonra eski dinamiklerine dönememesinde etkili olduğunu gözlemlemiştir.
Cezayir’in büyük oranda işgalinin tamamlanmasının ardından, Fransa’nın bölgedeki sosyal tanımlama ihtiyacı ortaya çıktı. Cezayir’in Araplar ve çeşitli Amazig kabilelerinden oluşan sosyal yapısı vardı. Fransızlar yerli halkı yönetebilmek, silahla yaptıkları pekiştirmek ve daha kalıcı yerleşim sağlamak amacıyla yerli halkla işbirliği yapma ihtiyacı duyuyordu. Bu sebeple sosyal yapı içinde kendileriyle işbirliği yapmaya en duyarlı kitleyi araştırmaya başladılar. Bu araştırmalar çerçevesinde, önceleri kendi toplum yapılarının kopyası olarak şekillendirmeye ve algılamaya çalıştıkları Cezayir toplumunun, kendilerinden farklı dinamiklere sahip olduklarını gördüler. Bölgeyi anlamak için oluşturdukları bilimsel komisyonların Arap ve Amazig kimliği, İslam ve bölgedeki en eski yerli Amaziglerin İslam’dan önceki yerel dinleri, dilleri, göçebe- yerleşik yaşam kültürü, aile hayatları, liderlik kültü gibi araştırmalarla yerel halkı çözümlemeye çalıştılar.
Bu araştırmaların bir tekniğe dönüşmesi, Cezayir’de tıp ve bilim alanında yapılan çalışmalarla genişledi. Özellikle Cezayir toplumundan Fransa’nın işbirliği yapabileceği ayrılıkçı bir toplum çıkarmak adına Pascal Duprat ve Camilla Sabatier tarafından girişilen antropolojik ve ve etnografik çalışmalar “Kabile miti”nin geliştirilmesinde büyük rol oynadı. Bu mit büyük ölçüde çökmüş olsa da, Antropolog Emlie Masquarey ve Arkeolog Amedee Coix de Saint Aymour’un çalışmaları ile asimilasyon politikalarından politikaları devam etti. Tarihçi Louis Bertrand’ın kompleks kimlikler üzerine yaptığı çalışmalarla Fransa’dan bağımsız bir Cezayir kimliği ve edebiyatı ile yeni, otantik ve kompleks bir Cezayir kimliği oluşumu üzerine yaptığı çalışmalarla yeni Latin ırkı teorisi ortaya attı. Bu antropolojide yaygın olarak dillendirilen Akdeniz ırkı teorisiydi. Fransa’nın ısrar ettiği ırk politikalarındaki basmakalıp düşünceler ve 20. Yüzyılda bu düşüncelerin etkileri Cezayir’de kötü bir tarihsel hafızanın oluşmasına ve bağımsızlık sonrasında da bu hafızanın devam etmesine sebep oldu.
Bir devletin işgali ve koloni kurması aşamasında kabile mitinin ortaya çıkışı, evrimi ve düşüşünün izini sürmek, kimlik formunun oluşum sürecinde değişiklik yapan etkenleri görmemizde de etkili olmuştur. Bu ayrıntılı süreç iyi-Kabile/kötü-Arap şeklinde basit bir ikilik ifade ve uygulamasından daha komplekstir. Bu sadece uygun bir politik araç değil, kolonide hâkim olan etnik ve ırksal yapıları kuran koloni kimlik mitolojisinin sadece politik bir parçasıdır. Bu mitolojik kimlik, Fransa için post-koloni döneminde tarihsel bir hafızaya dönüşerek kalıcı ve doğuştan gelen bir kazanç sağladı. Var olduğundan bu yana kökenlerinden koparılmış bir tarihsel bellek olarak daima ilgi uyandırmaya devam etti. Bu mitin olumlu yönü şüphesiz daima ilgi uyandıracak bir merkezde kalmasıdır. Olumsuz yönü, Müslümanlar ve Araplar adına İslam’ın ve Arapların aşağılanması oldu, bu aşağılanma tarihsel olarak bununla alakalıdır.
Cezayir’den yola çıkarak yapılan bu tahlil ve değerlendirmeler, her ne kadar Fransa’nın Cezayir’de kurmaya çalıştığı sömürge yönetimine dair spesifik bir örnek gibi dursa da, Avrupalıların yanlış yorumlamaların ve izledikleri yöntemlerin Müslüman toplumun kimliğini anlamada başarısız olduğu bir gerçektir. Nitekim İslam dinini ve dinin şekillendirdiği toplumu basit formüllerle anlamaya çalışmak, yanlış yorumlara sebep olmuştur. toplumun çeşitliliği içinde dinin var ettiği toplumsal ittifakla işgalci güçlere karşı mukavemeti kırmak, toplumun sinir uçlarına dokunmayı başardıkları ölçüde başarılı olmuşsa da, bunun barışçıl yöntemlerle temin edildiğinin pek de mümkün kılınamadığını söylemek gerekir.
Kaynaklar
“Cezayir” Maddesi, TDV (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi).
Jean Paul Sartre, Hepimiz Katiliz, çev. Süheyla Kaya, Belge Yayınları, 1995.
Patricia M. E. Lorcin, Imperial Identities: Stereotyping, Prejudice, and Race in Colonial Algeria, Nebraska Press, 2014.
Comments